Sayfalar arasındaki yolculuğunu sayfalar arasında yolculuk etmeyi seven diğer insanlarla paylaşma amacıyla açılan kendi halinde bir blog
1 Ağustos 2018 Çarşamba
Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar
Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar
Adam Yayınları/ 85 sayfa
Çeviren: Hür Yumer
Marguerite Yourcenar'ın kitaplarını ilk kez fark edip incelememi sağlayan kişi ile hakkında fikirlerimi beyan edeceğim bu kitabı hayatıma katan aynı insan. Buradan isim belirtemeyecek olmakla birlikte o bu yazıyı okursa üstüne alınacaktır pekala. Yeniden ve tekrar teşekkür ederim. :')
Neredeyse tüm Yourcenar kitaplarını son iki, iki buçuk sene içerisinde almış olsam da okumak için bu yazara bir tür hazırlık gerçekleştirmem gerektiğine inanıyordum. Sayısız defa elim gitti, kitaplarından herhangi birini, özellikle de Bir Ölüm Bağışlama'yı, okumak çok defa aklımdan geçti. Okumam; hiç de hazır olmadığım bir ana, kitap seçmeye çalışırken ne okusam diye seçenek sunup sorduğum birbirini tanımayan arkadaşlarımın benim yerime bu kitabı, okumam için seçmesine rast geldi her şey.
Kitaba geçmem gerekirse diğer yandan, karşınızda okunması çok da kolay olmayan kısacık bir metin var. Neden mi kolay değil? Çünkü yazarımız bu metni kaleme aldığında yıl 1938 idi ve o yıllarda İspanya İç Savaşı'nda yaralanan ana karakterimiz trene bineceği istasyonun bekleme salonunda karşısındaki birkaç kişiye hikayesini anlatmaya başlar. Tamam da bunlar neden metni zorlaştırıyor diye soranınız olursa, birincisi metnin dili bir miktar eski ve geçtiği coğrafya gereği bize hem yakın hem de uzak meseleleri var ana karakterimiz Eric'in. Hikayeye dekor olan coğrafya, Baltık ülkelerinden birindeki Kratoviçe diye adlandırılan bir şato/arazi; içinde bulunulan koşular ise 1919-21 yılları arasında süren Bolşevikler ile Anti Bolşevikler arasındaki iç savaş. İkinci olarak edebiyat metinleri için sıkça konuşulan "güvenilmez anlatıcı" meselesi var, metni zorlaştıran. Eric tam da o insanlardan biri. Okuyucular okurken genellikle birinci tekil anlatıcıdan kuşku duymazlar fakat bu metinde işlenen konuların soyutluğundan ve öznelliğinden gerek; insan, kendine gerçekten böyle mi olmuştur diye soruyor. Üçüncü olarak ise geçmişte yaşanmış ve bitmiş olayları anı anına ya da kelimesi kelimesine anlatmak mümkün olmadığı için ve zihin karmaşık bir yapıya sahip olduğu için olanları olduğu sırayla vermekten kaçınıyor, çarpıtıyormuş gibi hissediyor insan. Bu da peşinden kopukluk hissini getirebiliyor (ben okurken getirdi en azından).
Güvenilmez anlatıcımız savaştan söz ettiğinden daha da fazla aşktan ve dostluktan söz ediyor. Hikayemiz genel olarak Eric, Sophie ve Conrad adlı üç karakter arasında gelişmiş durumda zaten. Eric'in gözünden Conrad hayatı pahasına sıkı sıkı bağlı olduğu bir dostu/luğu ifade ederken, diğer yandan en yakın arkadaşının kız kardeşi olmasa belki de sevebilirdim dediği bir karakterimiz var ki, o da Sophie. Gerçekten sevmiyor mu Sophie'yi? Yoksa Sophie'nin aşkı da başka şeyleri örten bir süs mü? Kim bilebilir ki... Her okumada yeni anlamlar kazanabilecek bir metin var karşımızda. Fakat okumaya başlarken ve devam ederken emin olduğunuz son hiç değişmiyor. Eric güvenilmez bir anlatıcı olsa dahi, hikayenin sonunu değiştirmeye gücü yetmeyen biri aynı zamanda. Peki ya neden onca savaş yaşamış, onca ülkede bulunmuşken hayatının o önemsiz gözüken anına takılıp kalmış? Yoksa anlatırken kullandığı kelimeler yaşananlara hafifletici bir etki mi veriyor? Belki de Eric anlatısının son birkaç cümlesinde haklıdır...
Bu garip tecrübe ve aklınızdaki sorularla zihninizde kendi hayatınız yanıp sönsün istiyorsanız muhakkak bir bakın diyeyim. Okumak içinizden gelmiyorsa zorlamayın elbet, illa doğru zamanda size göz kırpacaktır!
SON YORUM: Eric senden şüphe ediyorum, Sophie seni anlıyorum, Conrad tanısam seninle anlaşırdık!
*Hepsi de kendi içinde kesin olan birtakım kararlar ortasında yaşaya yaşaya, kendimi çözülmesi güç bir mesele gibi ele almaya vakit bulamamıştım. Ama toyluk, işlerin doğal akışına uyumsuzluk çağıdır dersek, sandığımdan daha toy, daha uyumsuz kalmıştım galiba. Çünkü Sophie'nin bu sade aşkı, beni afallatmış, hatta giderek irkiltmeye başlamıştı. İçinde bulunduğum koşullarda afallamak tehlike demekti; tehlikeyse, ürküp saldırıya geçmek... Sophie'den nefret etmeliydim. Bu yola sapmayarak kazandığım saygınlığı hiçbir zaman idrak edemedi.
*Konuşmaları kelimesi kelimesine hatırladıklarını ileri sürenlerin hep yalancı ya da mitoman olduklarını düşünmüşümdür. Benim aklımda bir iki kelimeden, kurtların kemirdiği belgelere benzeyen boşluklarla dolu bir metinden başka bir şey kalmıyor.
*Mahkumun boynundaki ipin düğümünü sıkmakta kaderin üstüne yoktur derler; bildiğim kadarıyla, daha çok ipleri koparmakta ustadır o. Zamanla, istesek de istemesek de, kader, bizi bütün her şeyden kurtararak, işin içinden sıyırıp atar.
19 Temmuz 2018 Perşembe
Bir Başkasının Gözünde Var Oluş: Suzan Defter/ Ayfer Tunç
Suzan Defter/ Ayfer Tunç
Can Yayınları/ 127 sayfa
Şubat ayına ait bir güne rastlıyor bu kitabı alışım, yıllardan 2017. Şubat 2017'den Şubat 2018'e gelene değin nedense okumaya başlamıyorum. Fakat Şubat 2018'de okumaya başladım da ne oldu sanki... Okul temposunun içinde bir kenarda unutulup gitti. Üstelik okumayı bırakmadan önce bırakacağımdan bihaber, kitaba dair büyük bir heyecanla doluydum, okuduğum son sayfalar o kadar etkileyiciydi yani. Neyse ki okumaya baştan başladım ve okuduğum o son sayfalardan yeniden etkilendim. Öyle ki şehirler arası kısa bir yolculuk yaparken de elimden bırakamadım. Solda gördüğünüz fotoğraf o gün cama güneş vururken çekildi böylece. Plastik bardakta ise limonata var, tabii ki hazır. :'(
Bu kitabı nasıl anlatmalı, bilemiyorum. Sanırım en doğrusu önce biçimsel birkaç özelliğinden bahsetmek. Bu kitap iki günlükten oluşuyor: bir kadın ile bir erkeğin günlüğü. Kitabın sol sayfalarını takip ettiğinizde erkek karakterimizin mahremine gireceksiniz, sağ sayfaları okumayı seçerseniz ise kadın karakterimizin defterinde bulacaksınız kendinizi. Suzan Defter bu sebeple değişik şekillerde okunabilecek bir kitap. İlk olarak okumak istediğiniz anlatıcıyı seçip okumaya başlayabileceğiniz gibi, günlükleri gün gün okuyarak da ilerleyebilirsiniz.
Ben kitabın sol sayfadan başlamasından mütevellit ilk önce erkek karakterimizle tanıştım. Kendisi adını defterine yazmamayı tercih etse de adını er ya da geç öğreniyoruz: Ekmel Bey. Özenle, ince ince işlenmiş cümlelerin sahibi emekli avukat. Hayatının geri kalanını ana rahminde geçirmeyi dileyen bir beyefendi. İkinci günlüğün sahibi ise Derya. Ekmel beye göre daha genç, terk edilmişlik hissinin müsebbibi. Sanırım içeriğe dalmadan karakterleri bundan öte tanımlayamam. Diğer yandan anlatıcılarımız Ekmel bey ile Derya hanım olsa da birçok yan karakter de mevcut: Ekmel beyin babasının babası, babası, annesi, küçük ve büyük ağabeyleri; Derya'nın babaannesi, babası, abisi, Tülay, Tuncay, çocuklar ve (çok çok hoşuma giden bir tanımdan alıntılarsam) romanın gizli öznesi Suzan.
Okurken en çok hissettiğim iki şey, hayatlarımızın aynı anda ne kadar kısır ve ne kadar zengin olabildiği oldu. Aynı hisleri anlatmak için farklı kelimelerden ve farklı olaylardan yararlanmanın mümkün olduğunu gördüm. Geçmişe dönüp baktıkça hayatımızın sabit elemanlarını hatırlıyoruz. Eşimizi, dostumuzu, sevgilimizi, sevdiğimizi, evlerimizi, ailelerimizi, çocukluğumuzu... Kısacası bizi en çok mutlu edenler ile en çok acıtanları. Derya ve Ekmel de öyle yapıyorlar. Satırları kederle, sitemle, özlemle dolu ama okuyucuları cezbedeceğine emin olduğum bir hisler demeti bu. Çünkü Ayfer Tunç bunu başarma yetisine sahip, okuyucuya edebi haz vermekten de geri kalmıyor nihayetinde. Aynalar bile bizlere bizleri, bizim gözlerimiz aracılığıyla görünür kılarken burada iki insanı birbirinin aynası yapıyor. Birbirlerinin kaleminden onları okudukça hayata dair dersler çıkarmak da mümkün hale geliyor. Sanırım "kitabı" anlatmadan anlatabileceklerim bu kadar. Okuduğunuz keyifli günleriniz olsun. :')
* ...İhaneti çekici kılan şeyin şehvet olduğunu sanırlar; şehvet seldir, sürükleyendir, doğru; ama asıl çekici olan cesaretmiş meğer.
Cesaret insana iyi geliyor. Sana ihanet edebiliyorsam dünyaya hükmedebilirim, bir. İhanet ederken cesaret, şehvet, korku, pişmanlık duyuyorsam; sen varsın demektir; işte bu çok önemli iki.
* "Ama eviniz bir kadının çekip gittiği bir eve benzemiyor," dedim. Eşyada mukavemet var. Bir kadının gittiği evden belli olur. Kadın giderken düzeni götürür bir kere. Yaşayan ev sarsılır. Ev dediğimiz şey küçük büyük elementlerden oluşur. Kadın olan evde, erkeğin anlayamayacağı bir denge vardır elementler arasında. Erkek her birine vakıf olduğunu düşünse bile, onların nasıl bir uyumla işlediğini bilemez. Kadın gidince evin dokusu bozulur, susuz kalmış çiçeğe benzer, solar. Küçük şeylerin izi silinir. Evin dili tutulur, ev sağırlaşır.
8 Temmuz 2018 Pazar
Fahrenheit 451/ Rad Bradbury
Fahrenheit 451/ Rad Bradbury
İthaki Yayınları/ 238 sayfa
Çevirmen: Zerrin Kayalıoğlu
Korkut Kayalıoğlu
2014 Aralık baskısı elimde bulunan bu kitabı okumak için hep geç kaldığımı hissediyordum. Okuma kararımı ise yaşadığım iki durum belirledi. İlki ders için okuduğumuz bir Rad Bradbury öyküsüydü. Okurken kısa bir öykü olmasına rağmen, betimlemelerin yoğunluğu ve benim ne yazık ki İngilizce o kadar kelime bilmemem alabileceğim keyfi azalttı. Bir noktada da okumayı bıraktım zaten. İkinci durum ise izlediğim bir filmdi. The Bookshop adındaki bu film, kitaplar üzerinden kurulabilecek bir dostluğun misaliydi. Dostluğu başlatan kitap ise Fahrenheit 451'di. Bu bağı görmezden gelemeyerek filmi izledikten bir sonraki gün hemen kitaba başladım.
Bu kitapla ilgili söyleyebileceğim ilk şey: Çevirinin çok kötü olduğu. Çevirmenlerin doğrudan İngilizce'den çevirdiklerini düşünüyorum. Okurken bazı cümleleri kafamdan basit bir İngilizce karşılığa çevirebiliyordum. Fakat Rad Bradbury'i anadilinde okumayı deneyen biri olarak karşılıkların o kadar basit olamayacağını düşünüyorum. İlk fırsatta Fahrenheit 451'in İngilizce baskısını incelemeyi istiyorum, böylece çeviriye dair daha doğru bir kanıya ulaşabileceğim. Kitapla ilgili söyleyebileceğim ikinci şey ise düzeltme okumasının yapılmadığı. Birçok noktalama ve yazım yanlışı vardı metin üzerinde. İngilizce yazımda tercih edilen bir kullanımın Türkçe karşılığı "fl" harfi yerine "ş" harfi kullanımı değilse, metinde "raşarına" ya da "hedeşerine" gibi kullanımlar hiç mi hiç memnun etmedi beni. Nitekim İthaki Yayınları, Bilimkurgu Klasikleri Dizisi için kitabı yeni bir çeviriyle basmayı uygun görmüş yeniden. Çeviri hakkında net bir fikrim olmasa da Dost Körpe'nin elinden çıkan diğer çeviriye şans vermenizi tavsiye ederim.
Rad Bradbury'nin 1993'te kitaba yazdığı önsözde "Ben Fahrenheit 451'i yazmadım, o beni yazdı," cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Guy Montag'ı zeki, farkındalık düzeyi yüksek bir karakter olarak görsem de zaman zaman tutarsız olduğunu da düşündürdü bana. Kimseye sormadan verdiği kararlar dizisi sonucu Faber'i bulduktan sonra kısa bir süre sonra bana bir şeyler söylenmeye devam etsin diye taraf değiştirmek istemiyorum gibisine bir şey söylüyor ve bu bende ama sen zaten kararlarını kendin vererek oraya gitmemiş miydin diye sorma isteği doğuruyor. Yaşadığı dünyaya karşı farkındalık düzeyi yüksek olsa da sanki kendi mevcudiyetine karşı kör. Bu açıdan kitap sadece içinde yaşadığı karanlık çağla değil, kendisiyle de ciddi bir çatışması olan bir karakteri çiziyor.
Bu karakter aşama aşama zirveye varacak bir macera dizisine atılıyor. Bir seviyeye geldiğinde sanki o maceraları kovalamıyor da o maceralar onu kovalar hale geliyor.
Kendimce kitabı bölümlere göre kategorize ettiğimde, ilk bölüm yavaş yavaş ortaya çıkan bir olaylar dizisini ortaya seriyor. Clarisse ile karşılaşması, itfayeciler evini yakmaya gittiklerinde evini kendisi de evdeyken kitaplarıyla birlikte yakan kadın, yaşanan çağın en iyi vatandaşı rolüyle ödül kazanabilecek eşi Mildred ve evine ufak bir ziyarette bulunan Beaty... Hepsi bir resmin parçaları sanki... İkinci bölüm ise Montag'ı taraf seçmeye, seçim yapmaya zorlayan bölüm adeta. Faber bu bölümün yıldızı. Korkaklığı onu olduğu yerde yıllar yılı çürütmüş gibi ve onunla empati kurabilişim onu benim gönlümün de yıldızı kılıyor. Üçüncü bölüm ise katı ve durağan çoğunluk ile kitapların süslediği azınlık arasında net bir seçime götürüyor karakterimizi. Biz de karakterimiz oluyor ve onunla birlikte yepyeni karakterler ekliyoruz belleğimize.
Kitabı, yorumu okumadan daha önce okuyan varsa, lütfen sadece onlar bu kısmı okusun. Cevabınızı bekliyorum...
Granger, sizce Clarisse'in bahsedip durduğu amcası mıydı?
Ayrıca bir kısımda kokuları çok güzel bir şekilde burnuma ulaştırdı yazar, birkaç sayfa sonrasında doğa-insan çatışması ve ondan birkaç sayfa sonra ise savaş olgusu yerinde bir anlatımla bana ulaştı. Fakat zaman olgusuyla ilgili birçok soru işaretim olduğunu da ekleyebilirim.
Ah! Fahrenheit 451'in en güzel karakterine geldi sıra, kitaplara. Bu karanlık çağ, insanların devlet eliyle kitaplardan kurtuldukları bir çağ değil; aksine insanların daha fazla çizgi roman talep ettiği, oturma odalarının duvarlarını renkli televizyon camlarıyla kapladığı bir çağ. Böyle bir durumda hangi otoritenin, kardeşlerim bu yanlış dediği görülmüş ki? Tersine bundan yararlanıp, eşitlikçi(!), mutlu(!) insanlar yaratmanın yolu olarak bunu kullanmış ve insanları da inandırmış bu inanca. İçi boş olan insanlar ile kendilerini kitaplara şömiz yapmış karakterlerin bulunuşu, kitaplara saygı duruşu olma özelliğini öyle güzel ortaya çıkarıyor ki... Geleceğe dair kötü kehanetleri bulunsa da çözümün yakılan, yıkılanlarda değil; yine tüm kötülüklerin kaynağı olan insanda olduğunu ve yeniden yapmanın da zamanının geleceğini öne sürüyor. Tekrar tekrar okuyunuz, okutunuz diyerek söyleyebileceğim birçok cümleyi rafa kaldırıyorum böylece.
* "Bir evi çivisiz ve ahşapsız inşaa edemezsin. Eğer bir evin yapılmasını istemiyorsan, ahşap ve çivileri sakla. Eğer politik bakımdan mutsuz bir adam istemiyorsan, kaygılandıracak bir soruda ona iki bakış açısı verme, birini ver. Daha da iyisi hiç verme."
* "Kitaplar bir tür depo gibidir ve biz onlarda unutacağımızdan korktuğumuz şeyleri saklarız. İçlerinde büyülü bir şey yoktur. Büyü, sadece o kitapların anlattıklarındadır, evrenin parçalarını birleştirip bize nasıl elbise gibi sunduklarındadır."
5 Temmuz 2018 Perşembe
Tante Rosa/ Sevgi Soysal
Tante Rosa/ Sevgi Soysal
İletişim Yayınları/ 103 sayfa
2016 Kasım'ında, hayatımda ilk kez çalıştığım sürecin son gününde aldığım kitaplardan biriydi Tante Rosa. Okumam için ise doğru zamanı bekliyordu. Derslerimden birinin okuma listesinde olduğunu gördüğüm andan okumaya başladığım ana kadar ise sanki okuyacağım gün için heyecan duyuyordum. Öyle ki yanda gördüğünüz fotoğraf, kitabı okumaya başladıktan sonraki sabahın dokuzda olan dersine gözüm yarı açık, beynim ise henüz uyanmamış halde gittiğim güne ait. Bir nisan sabahına...
Biraz kitaptan söz etmek gerekirse, on dört hikayeden oluşan kısacık ama hissettirecekleri azımsanamayacak bir kitap diyebiliriz. Derste konuşurken hocamız, "etiket" haline gelmiş kalıpların etkisinden arınarak bu kitaptan söz edebilen eleştiri yazısı yok demişti. Ben ne eleştiri yazmaya ne de inceleme yazısı yazmaya soyundum. Fakat bir okur olarak naçizane birkaç çift lafım, burada blogumda, olsun istedim.
Her ne kadar sevdiğim insanlara, bu kitabı tavsiye ederken hocamın bahsettiği "etiket"lerden ben de kendimi yararlanırken buluyordum ancak bu sefer onlardan son kısma kadar yararlanmayacağım. Çünkü karşımda capcanlı bir kadın karakter var: Rosa. Rosa'nın çocukluğundan gençliğine, gençliğinden yetişkinliğine sıçrıyoruz. Bu da satırların yanı sıra, satırların ötesinde bir karakter tahayyül etmemize neden oluyor. Küçükken at cambazı olmak isteyen, prenses olduğuna inanan, daha sonraları Sizlerle Başbaşa dergisindeki hikayelerin etkisiyle Hans ile evlenen, huzursuz olduğunda kaçan, yeni baştan başlayan, yaşlılığını bile rengarenk boyayan bir kadın o...
Geçişken bir anlatı bu, kitabı yer yer iki kişi anlatıyor gibi hissediyor insan. Biri Rosa, biri de Rosa'yı tanımlayan Rosa dışında biri... Yere sağlam basmayan, bassa da köksüzlüğüyle, akışkanlığıyla bambaşka bir sürü şey olabilen biri. Kendine prenses diyen bu kadına, diğer anlatıcı "Rosa'nın bir şeylerin diğer adı" olduğunu ekliyor anlatısında. Okurken bu anlatı bana, Rosa'nın sanki hem her şey hem de hiçbir şey olduğu hissini öyle güzel verdi ki özendim ona. Yaşlılığında insanların ona "yaşlı" diyebilmesine ancak kendi istediği şekilde giyindiğinde, yürüdüğünde, yaşadığında izin veren ve her yaşta kendini yaratabiliyormuş gibi durup, üstelik bunu Rosaca yapışıyla "şahsına münhasır" bir karakter olarak karşımızda duruyor. Sizlerle Başbaşa dergisinin tüm yalanlarına bile isteye kanışıyla edebiyatımızdan iyi ki bir Rosa geçti diyebiliyorum böylece.
Gelelim genel yargılara... Yazıldığı dönemde, 1968 yılında, kadınlık meselesini ele aldığı için kınanıyor Sevgi Soysal. "Kadınlık" konusunun üzerine konuşulmasına alışılmış değil, edebiyatımız için de ilklerden biri üstelik. Ülkede onca sorun varken bu mu konuşulması gereken diye düşünülüyor içten içe ve hatta Rosa Alman bir kadın karakter olduğu için ona "sıradışı" demek, ötekileştirmeye yardım ediyor. Türk bir kadın karakter olmadığı için de insanımız sanki rahat bir nefes alıyor o dönemde. Sevgi Soysal'ın annesinin Alman olması ve kitapta anneannesini, teyzesini, annesini ve kendisini anlattığı da söylenenler arasında. Kim ne derse desin, Rosa iyi ki kaleme alınmış; böylece gurur duyduğum ve sevdiğim tüm kadınlara hediye etmek istediğim bir kitap ortaya çıkmış. Okuyunuz, okutunuz efendim.
* Her şeye özenilebilir. Her şey aynı ölçüde tutku konusu olabilir. Her şey aynı ölçüde kutsal ve aynı ölçüde aşağılık olabilir. Tutkular çevreye göre değişen şeylerdir. Evli kadınlar toplantısında, en temiz pak aile kadını olmaya özenen aynı kadın, orospuların yanında en orospu olmayı niçin istemesin? Önemli olan istektir, hiçbir istek diğerlerinden soylu değildir, böyle düşünmüş olabilir Rosa gizliden.
* Göze batıcılığım, çirkinliğimi, yaşlılığımı aşmalı. Gülebilirler, alay edebilirler ama görmeden geçemezler. Bunca yaşanmışlığın yanından insanların bakmadan, aldırışsız geçip gidivermeleri, hayır bunu istemiyordu.
6 Mayıs 2018 Pazar
Ayışığında "Çalışkur"/ Haldun Taner
Ayışığında "Çalışkur"/ Haldun Taner
Yapı Kredi Yayınları/ 96 sayfa
Buraya upuzun bir girizgah gerekli diyor içimden bir ses. O sese "Haldun Taner'i çok seven kız" adını takmak pek mümkün. İlk defa 2011 yılında, yani diğer deyişle lisenin ilk yılında sahneleyeceğimiz oyunun yazarı olmasından mütevellit rastlaşmıştık kendisiyle. Bahsettiğim oyun: Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım. Lisenin ilk yılı yeni alışmalar yılı iken, ben görünmeyen yüzde Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, görünen yüzde tiyatro grubu sayesinde hayli ısınmıştım okula. Velhasıl Haldun Taner sevdam böyle başlamış olsa da devamı sahnede izlediğim Keşanlı Ali Destanı ile süregeldi. Birkaç sene de bu oyuna yüklenen, yüklenmeye devam eden çeşitli anlamları içine alarak devam etti. Taa ki lise üçe ya da dörde gelinceye değin. Bir edebiyat öğretmenim sağ olsun beni Haldun Taner'in hikaye alanındaki eseriyle tanıştırdı. Sonrası iyilik güzellik...
Şu günlerde üniversitede okuduğum alan dışında bir de çift anadal dedikleri bir programa battım ki sormayın. Hem de çok isteye çok seve seve. Bu ikinci dal Karşılaştırmalı Edebiyat oldu. İkinci dönem aldığımız bir derste Haldun Taner'in bir öyküsüyle karşılaşınca demeyin keyfime... İnceleme yazmamız gereken bir ödev de ortaya çıkınca, hocamız bize esneklik tanıyıp derste öyküsünü/romanını okuduğumuz dokuz yazarın birinden bir metin seçip bunu tek bir alan doğrultusunda inceleyebileceğimizi söyledi. O listede Haldun Taner olunca beynim de kalbim de bir başka isme bir saniye olsun gözümün kaymasına izin vermedi. İlk on saniyede aklıma gelen metni ise yukarıda ismini okuduğunuz Ayışığında "Çalışkur" metni. Ahlak teması doğrultusunda incelemeyi seçtim öyküyü ancak bana sorarsanız enine boyuna üzerine bir şeyler yazmak hiç kolay değil. Bu yüzden şu an yazacaklarım belki yüzeyselden de yüzelsel olacak.
Öykünün Ayışığında Şamata adlı bir tiyatro metni bulunduğu gibi, oyunun aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediye Tiyatrosu tarafından sergilendiğini de belirtmek isterim.
Ben oyunu izlemiş, öyküsü olduğunu görünce de daha öyküyü okumadan kararımı vermiştim. Ancak öykünün 1954 yılında yazıldığını da göz önüne alırsak hayli deneysel bir metin olduğunu söylemekte fayda var. Öykü öncelikle düz bir şekilde başlayıp yirmi sayfa kadar sürüyor, ardından öykü noktalanıp öyküye dair tepkileri içeren bir bölüm başlıyor. Bu bölüm "Birkaç Eleştiri", "İki Mektup Daha" gibi başlıklara sahip. Başta gerçek okur mektupları sanabilirsiniz fakat bunun Haldun Taner'in oyunbazlığı olduğunu söylemem gerek. Tepkiler de noktalandığında Sonuç başlıyor, bu ise hikaye yeniden başlıyor demek! Hikaye yeniden başladığında sayfanın sağ tarafını eleştiriler öncesi hikaye, sol sayfayı ise eleştirilerin biçimlendirdiği hikaye olarak okuyabiliriz. Değişiklikler kalınlaştırılmış(bold) halde gösterildiği için farkı kaçırmanıza, bence, imkan yok. Sonrasında ise epilog kısmı ve değiştirilmiş öyküye, daha önce eleştiride bulunmuş insanların yeni tepkilerinin yer aldığı bir kısım bulunuyor kitapta.
Bunların hepsi kafanızı karıştırmış olabilir, o zaman baştan alayım...
Tırnak işareti içerisinde belirtilen Çalışkur ismi bir apartmanın adını nitelemek için öyle yazılıyor. Bu apartman Maltepe sırtlarından doğuveren bir ay sayesinde bizim ana mekanımız oluveriyor. Apartmanın kapıcı dairesiyle birlikte beş dairesi var ve ikamet edenlerin hepsi, kapıcı hariç, orta-üst sınıfa mensup. Bu onları zengin kıldığı gibi ahlaklı da kılabilir mi peki? Hepsinin toplum tarafından suç olarak nitelendirilebilecek alışkanlıkları ve suç sayılabilecek kişisel seçimleri var. Röntgencilik, ensest ilişki, kürtaj, rüşvet verme ve de rüşvet alma... Saydıklarım ilk akla gelenler. Peki öyleyse dördüncü katta oturan apartmanın sahibi Dündar Çalışkur apartmanı gerçekten çalışarak kurmuş olabilir mi? Hikayenin sonlarında karşımıza çıkan ve öyküde fazlasıyla yer kaplayan genç bekar çiftimiz ise bunca ahlaksızlığın yüklendiği bir günah keçisi olarak mı görülüyor? Eh, bunlar hikayenin ilk hali için pekala sorulabilir!
Ancak hikaye yeniden başladığında bütün bir apartmanı pür-i pak olmuş, temizlenmiş görürüz ahlaksızlıklarından, suçlarından... Diğer yandan genç bekar çift neden tüm apartmanın kirini üstüne almış durumdadır? Bütün bunların cevaplarına okudukça erişilebilecek; bir kısmını eleştirilerde bir kısmını ise topluma baktığınızda bulabileceksiniz.
Ben okuyalı bir buçuk ay, hakkında bir yazı yazalı ise ondan daha az zaman geçti. Hala cevap aradığım, arayacağım sorularım var. Sizler için keyfini daha fazla kaçırmak istemem. Eğer bir parça olsun merakınızı uyandırdıysa, bu kısacık kitaba zaman ayırmanızı öneririm. Keyifli okumalar. :')
* Karamsardı, karamsar... Bütün insanları kafasında su geçirmez bölgelere ayırmıştı.Varlıklı mı; soysuzdu, mikroptu, parazitti, sömürücü idi. Yoksul mu; dürüsttü, erkekti, dosttu, kardeşti. Onca varlıklı ve dürüst, yoksul ve parazit olunamazdı. Her insanı bu iki bölmeden birine koyuyordu. Ne rahat...
23 Şubat 2018 Cuma
Adınla Çağır Beni/ Beni Adınla Çağır - Andre Aciman / Kitap ve Film Yorumu Bir Arada
Adınla Çağır Beni/ André Aciman
Sel Yayınları/ 246 sayfa
Çevirmen: Süha Sertabiboğlu
Filmekimi'nde ismi Beni Adınla Çağır olarak çevrilmiş, orijinali ise Call Me by Your Name olan filmin konusunu okuyunca aşırı heyecanlanmıştım. Ancak gösterimlerin hiçbiri benim programıma uygun gün ve saatte olmayınca izleyememiştim. Ardından izleyen tüm arkadaşlarımın beğendiğini görüp izlemeyi aklıma koydum. İzleyene kadar geçen süreçte bir şekilde kitabının da olduğunu öğrendim/hatırladım ancak bu erteledikçe ertelememe engel olmadı. Buna rağmen zaman içerisinde merakım arttı ve ilk gördüğüm yerde kaptım kitabı bunca ertelemenin ardından.
Ocak ayında ise finallerimin bitmesiyle akıcı bir roman okumak isterken, beni kendine çağıran kitap Adınla Çağır Beni oldu. Filmle kitabın isminin farklı olması dikkatinizi çekmiştir muhtemelen... Kendimce getirdiğim açıklama kitabın 2009 yılında Türkçe ilk baskısını yapması fakat filmin yakın zamanda çekilmesi. Ki uzun zaman kitabın ikinci baskıyı yapmadığı gibi bir gerçek de var, benim elimdeki baskı ikinci baskı ve 2016 yılının sonuna ait. Açıkçası bu beni şaşırttı çünkü ben kitabı çok çok sevdim. Gözümden kaçmasına, insanların gözünden kaçmasına şaşkınım.
Konusuna gelirsek, ailesinin yazlık evine her yaz mevsiminde bir kişi altı haftalığına ücret ödemeksizin konaklamaya gelir. Neden mi? Çünkü ana karakterimiz Elio'nun babası Arkeoloji alanında çalışan bir profesördür ve her sene başvuruda bulunan ve akademik düzeydeki çalışmalarına yoğunlaşan altı kişiden birini yalnızca onun yazışmalarına ve çalışmalarına yardım etmesi karşılığında ağırlar. Evinin kapısını açtığı gibi kasabanın kapısını da açmış olur. Hikaye İtalya'da bir sahil kasabasında geçiyor desem tepedeki güneşi hisseder misiniz? Ben hissettim. Denizin kokusunu aldım, kayısı ağaçlarını gördüm, Elio'nun zihninin içinde çınlayan sesleri okudum. Elio mu kim? Elio 17 yaşındaki anlatıcımızdır ve o yaz misafir olarak evlerinde ağırladıkları 24 yaşındaki Oliver'a bazı hisleriyle vuku bulur anlatısı. Kendini keşfedişi, çevresine bakışındaki değişimler, bence, kitabı anlamlı bir büyüme hikayesi haline getiriyor.
Üstelik referanslarla dolu bir kitap bu. Müzikten resime, edebiyattan mimariye bir çok konuya göndermeler var kitapta. Müzik uyarlamaları yapan Elio'nun Bach'in bestelerini farklılaştırması, Stendal'ın kitaplarından birinin anılması, Celan'ın şiirine ve yahudiliğine yapılan gönderme, hikayenin seyrinde büyük etkisi olan Monet'nin taraçası ve San Clemente... Bunlar kitabı edebileştiren, Elio'yu daha fazla sevdiren detaylardı bence. Okurken belki yeterince masumane gelmeyecek bir hikaye bu ancak tüm davranışlarına karşın Elio'dan soğumanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
Kısacası kitaptaki her detayı ve karakteri çok sevdim. Bağrıma basmak ve asla bitirmek istemedim. Nitekim filmini vizyona girmeden birkaç gün önce Başka Çarşamba etkinliğinde izlemeye gittiğimde son sayfalarım henüz okunmamıştı. Gönül isterdi ki filmle kitabı kıyaslamayayım fakat kitabını benim kadar sevmiş birinin filme önyargılı yaklaşması normal sanırım ya da ben öyle olduğunu umuyorum.
Buradan sonrası kitap ile film arasında bir kıyas içereceği için spoiler kaçınılmaz olarak yer alacak yazıda. Kitabı okumuş ya da filmi izlemiş insanlar içindir devamı. Eğer yukarıdaki yazım sizlerde kitaba ya da filme karşı merak oluşturduysa şimdiden iyi okumalar ve iyi seyirler. :')
Filme karşı hem övgüm hem de yergim var. Övgülerimle başlayayım: kitabı okurken hissettiğim mekan tasvirleri hayal ettiklerime yakındı, daha da önemlisi özenli ve doğaldı. Bunun yanı sıra diyalog yazımında kitaba sadık kalınması beni çok mutlu etti izlerken. Özellikle Elio ile babasının konuştuğu bir sahne vardı ki, hayalimden bile güzeldi. Kitapta olaylar sırasız anlatıldığı için filmde sıralama ve çeşitlendirme, yani kurgu fazlasıyla iyiydi bence. Okurken Elio'nun gözünden baktığımız için olaylara, onun perspektifi hakimdi düşünme biçimim üzerinde, filmde ise Elio'yu anladığım gibi diğer karakterlere de eşit uzaklıktan bakıp benimseme olanağı yakaladım.
Yergilerime gelirsem: Vimini NEREDE? Okurken en yüreğime yüreğime dokunan karakter filmde yoktu ve ben okurken Vimini'yi hiçbir görünümde hayal etmediğim için merakla bekliyordum filmde onunla karşılaşmayı, ancak filmde bu kadar güzel yazılmış bir karakter yoktu. Mekanların görsel açıdan göze bayram yaşattığını söylemiştim ancak bir yandan da mekanlar kitapla birebir örtüşmüyordu. Bencilce bir yergi olacak belki ama kitabın sadık bir okuru olarak anlatılanı aynen bekliyordum. Ve neden kitabın son 25 sayfası filmde işlenmemişti? Kötü bir son değildi ama eksikti bence. Hızlı akan sahnelerin kitaptaki her güzel şeyi içine alamadığı ise bir gerçekti. Yukarıda bahsettiğim referansların birçoğu filmde yer almamış, bu durum ise filmi yüzeyselleştirmiş diyebilirim ayrıca.
Neden karşılaştırıyorsun ki diyebilirsiniz eğer buraya kadar okuduysanız. Bunu söyleyerek çok da haklı olursunuz ancak kitabı henüz bitirmemişken filmi izleyince üzerinizde bıraktığı etkiyi tartar ve yargılar oluyorsunuz sanırım. Bir müddet sonra kitabın etkisi azalınca filmi yeniden, bu sefer daha fazla keyif alarak izlemeyi planlıyorum. Umarım gerçekleşir. Yazımı okumadan önce yalnızca filmi izlediyseniz ve kitabı okumaya karar verdiyseniz yorumdan sonra iyi okumalar; tersi durumdaysanız ise şimdiden iyi seyirler efendim. :')
*Bu kadar yakınımda duran tüm bu tuhaf giysili insanları seyretmek hoşuma gitti; hepsi aynı temel şeyi paylaşıyordu: Geceyi sevmek, kenti sevmek, kentin insanlarını sevmek ve -herhangi birisiyle- bir araya gelmek için duyulan çoşkulu bir arzu. Burada bir araya gelmiş küçük insan gruplarının dağılmasını önleyen her şeye duyulan sevgi.
* "...Geri çekilmek, geceleri uykumuzu kaçırırsa korkunç bir şeydir, başkalarının bizi, unutulmak istemeyeceğimiz kadar kısa bir sürede unuttuğunu görmek de bunun kadar kötüdür. Biz olsak yapacağımızdan daha hızlı yapılan şeylerin ardından iyileşmek için kendimizden öyle çok şey fırlatıp atıyoruz ki, otuz yaşında iflas ediyoruz ve yeni birisiyle başladığımızda verecek pek bir şeyimiz kalmıyor. Ama bir şey hissetmemek için hiçbir şey hissetmemek... yazık!"
4 Şubat 2018 Pazar
Deli Kadın Hikayeleri/ Mine Söğüt
Deli Kadın Hikayeleri/ Mine Söğüt
Yapı Kredi Yayınları/ 172 sayfa
Üzerimdeki Mine Söğüt etkisini atamamışken daha, elimin sürekli aynı yazara gitmesi; canımın 'deli kadın'lar çekmesi olur iş miydi? Oldu işte. Yapı Kredi Yayınları'nın Taksim'deki iki katlı yeni binasına ilk ziyaretim bir Mine Söğüt kitabını koltuk altıma sıkıştırmamla sonuçlandı. Bu gerçekleştiğinde tabii aylardan Eylüldü, bundan dört aydan uzun bir zaman öncesi... Araya koca bir okul dönemi sıkıştırıp, kitaplara başlamakta becerikli bitirmekte beceriksiz olunca geldi Şubatı buldu okumamın sonu.
Okumakta beceriksizliğim her deli kadınla beraber benim de canımın delirmeler çekmesindendi belki de. Okudukça etkilendiğim; öykülerin başlarındaki şiirlerle ve illüstrasyonlarla beraber kendimi o tekrar eden kelimelere, cümlelere bir girdabın içinde kaybolmuşçasına kaptırdığım hikayelerdi. Kaybolmak bakiydi ancak bazı öykülerde içimdeki deli kadını diğerlerindeki kadar çok bulamadığımı da söylemem gerek.
Genel temaya hakim olan; kadınlık, anneyle babayla ve sevgiliyle/eşle iletişim, toplumun baskısı ve bazı sanrılar sonucu kendini yitirme hali aslında deliliği şahane tanımlıyordu. Bazı hikayeler ise daha evrensel temalara dokunuyordu; savaşa, ülkenden kopmana ve memleketinden kendini orada öldürmek isteyebileceğin kadar 'erkek' bir şehre göçmene... Diğer hikayelerdeki kadar cesur bulmasam da bu temaları, anlatım gücü sayesinde etkisini yitirmediğini gizlersem haksızlık olur güzelim bu temadaki hikayelere. Böyle derli toplu anlatmaya çalıştığıma bakmayın yine de. Aslında karışıklığında kaybolup sonunda zar zor ucunu buluyordunuz düğüm olmuş ipliğin ve o bulunan ipliğe tutunup kendiniz yeniden anlamlandırıyordunuz hikayeleri. Yalan yok bazı hikayeleri ucunun bulunacağı bir ipliğin olmadığına inandığım için de sevemedim pek. Düğümü çözmek için birkaç kelime daha ya da bazı detaylar bıraksaydı Mine Söğüt daha fazla severdim o hikayeleri de eminim ki.
Neticede yirmi bir öyküden oluşan bu öykü kitabından geriye aklıma kazınmış on öykü kaldı. On öykünün her biri bana içime sinen cümleler bıraktı. İçimizdeki müziğin değerini keşfetmiş o yaşlı kadın, kendini bir ağacın dalında tuhaf bir meyve haline getiren küçük bir kız, suya aşık bir kadın, bir odanın kokusundan yola çıkarak o evde daha önce kimin yaşamış olduğunu tahmin eden bir adam... Evet, evet bazı erkek karakterler de kadın karakterler kadar mühimdi aslında, ancak daha siliktiler. Daha neler, neler...
Ruhunuzu deliliğe teslim edecek kadar hazır hissediyorsanız, kadın ya da erkek olmanız fark etmez; Mine Söğüt'ün kalemi ile mutlaka kesişmeli yollarınız. Keyfi başka olan, kendine özgü bir sesle tanışmak için Deli Kadın Hikayeleri ile ya da Beş Sevim Apartmanı ile başlamanızı öneririm. Keyifli okumalar. :')
*Hani derler ya insan ölürken hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş, yok çocuğum yalan. Ben ölüyorum ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeyecek. Hissediyorum. Ben unutmak istiyorum doktorcuğum. Eskiden olan her şeyi unutmak. İnsan ölürken geçmişi hatırlarsa çok üzülür değil mi? İnsan ölürken kendi kendini niye üzsün ki! Je veux seulement oublier... Ah doktorcuğum o şarkıyı alırken içimden dikkat et çok güzel bir cümle vardır, o düşmesin: Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir. Çocuğum hayat gerçekten muhteşemdir. Hayat bu kadar muhteşem olmasaydı çocuğum, o şarkıları söyleyecek, o şarkıları melodi melodi ezberleyecek şevki nasıl bulabilirdik değil mi ya!
*Yarım... yarım... yarım...
Her şey yarım.
Oysa ben tamım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)