30 Haziran 2017 Cuma

Dul/ Jean-Louis Fournier


 Dul/ Jean-Louis Fournier 
 Yapı Kredi Yayınları/ 112 sayfa
 Çevirmen: Can Belge





Dul kitabını ilk duyuşum geçen yazın sonlarına denk gelir. Bir instagram hesabı üzerinden varlığından ilk defa haberdar olduğum kitabı İstanbul'a okulun başlamasıyla beraber döndüğümde gittiğim Yapı Kredi Yayınları'nın kendi satış mağazasında gördüm. Kitap alışverişlerimi durdurmaya çalıştığım bir dönem olduğu için de bir çeşit totemle karar verdim alıp almayacağıma. Totemim kitabın çevirmenini tanıyorsam kitabı almam yönündeydi fakat ben kimdim ki çevirmeni tanıyor olacaktım? Bu totemim kitabı almama aracı oldu çünkü şans bu ki çevirmeni tanıyordum...

Kitaptan beklentim zaman içerisinde giderek artan olumlu yorumlarla bir hayli artmıştı fakat ben bir süreliğine neredeyse aldığımı unutmuştum. Ailemin yanına dönerken ortaya çıkan sene içinde alınmış tüm kitaplarım arasından bana göz kırptı. Göz kırpışı güzel oldu fakat yeterli bir ışık saçıyor muydu göz kırpan gözler, bana sorarsanız, pek emin değilim. 

Konusunu anlatarak başlayayım. Nazım'ın "ben senden önce ölmek isterim" şiirinde dediği gibi, karısından önce ölmek isteyen yaşlı bir adamın bir gün kendini kırk yıllık eşinin ardından geride kalan olarak buluşunun anlatısı, Dul. Kitapta yer alan çoğunluğu birer sayfayı hatta yarımşar sayfayı geçmeyen anlatıların amacı ise gerçek hayatta tam da bu acıyı yaşayan Jean-Louis Fournier tarafından eşine ondan önce öldüğü için sitem etmesine aracı olması ve bir yandan da eşi yaşarken ona söyleyemediklerini söyleme imkanı sağlaması.

Kitapta yazma amacını şu sözleriyle özetliyor Fournier: "Bir kere, bu kitap senin hakkında değil, ikimiz hakkında. Sırf sen sevilmeye devam et diye yazmıyorum, bir defa daha benden bahsedilsin diye de yazıyorum. İkimizi birlikte yaşatmak için yazıyorum." Bu satırlarında bile biraz kendini hissettiren egosu ve zaman zaman kendini tekrar etmesiyle sıkıcı bir okuma haline gelebilse de; çoktan kül veya toprak olmuş bir insanı sevebilmeyi, geride kalan olurken özlemi en derin biçimde hissetmeyi ve daha da önemlisi yeniden anıları inşa edebilmeyi gösteriyor bizlere. İki kişilik dünyalarına yaşarken kattıkları insanlar gibi bir yokluğun ardından da çok kişiyi katabilmenin hikayesine dönüşüyor kitap. Bizi çoktan yaşanmış yaşamlarına ve aşklarına seyirci ediyorlar.

Samimiyetinden yer yer emin olamasam da etkilenmediğimi söylersem haksızlık etmiş olurum. Bazı sayfaları okumayı bitirdiğimde bir derin nefese ihtiyaç duyduğum ise bir itiraf olarak burada durabilir. Aşkı, ölümü ve diğer pek çok soyut olguyu sorgulamak isterseniz bakmanızı önerebileceğim bir kitap, Dul. 
Kitaplı günler dilerim!

*Eşyaların güzelliğinden anlayan o, niye beni seçmişti? Ben ki, hiçbir özgün üslubu olmayan, 20. yüzyıla ait kaba saba, kendi kendine düz duramayan, eğri bacaklı, bir bacağı diğerine göre kısa, sıradan bir eşyayım. O ise benim kısa bacağımın altına sıkıştırılan takoz olarak beni ayakta tuttu, onun sayesinde dik durabildim. O benim pasımı aldı, beni temizledi, beni parlattı. 

*Anlayabilmek için en kötüsünün başa gelmesini beklemek ne acı. Neden mutluluğu, ancak çekip giderken çıkardığı sesten tanıyabiliyoruz?

22 Haziran 2017 Perşembe

Antabus/ Seray Şahiner


    Antabus/ Seray Şahiner
    Can Yayınları/ 107 sayfa
    





(NOT: Yazı içerisindeki renk değişikliği Goodreads hesabım üzerinden yaptığım yorumdan alıntıladığım yerlerde değişiklik göstermekte...)

Yakın zamanda, takip ettiğim sosyal medya hesapları tarafından birbirine yakın dönemlerde okunan ve sıklıkla yorumlanan bir kitaptı Antabus. Merakımı kazansa da aynı zamanda hakkında yapılan iyi yöndeki yorumlarıyla beklentimi de yükseltmişti. Okumaya karar verişim, "hazır bu ara okuyamıyorsun, kolay okunduğu söylenen bir kitapla dene şansını," fikrinin zihnimde çokça dolaşmaya başlamasıyla gerçekleşti. Ha gayret okursun sen dedim ve yakın bir arkadaşımın hediyesi oluşuyla ilk fırsatta okumaya başladım elbette. 

Birçok yorumda bir oturuşta bitirildiği söylense de ben bir haftalık sürece yayıp kitabı oluşturan her katmanın tadını ayrı ayrı çıkardım. Karakterlerin varoluşunu, değişimini, olayların olgunlaşma sürecini keyifle okudum. Keyifle dediysem kitap keyifli olduğu için değil tabii...

Kitabın ana kahramanı olan Leyla aracılığıyla, bir ülkenin üzerindeki perdeyi kaldırıp altındaki yozlaşmayı gösteriyor bize yazar. Yozlaşmanın sebepleri olarak köyden kente göç, kadının ve kadınlığın aşağılanışı gösteriyor kendini. Toplumu siyaset ve ekonomiden daha fazla etkileyen gelenekçilik, aile yapısının çöküşü ve şiddetin meşrulaşması gibi etkenler de yazarın değindikleri arasında. Bu değinmeler arasına birçok birbirini bütünleyen düşünce giriyor ve düşünceler kitabı tamamlayarak başladığı yere düzgün bir dönüş sağlayan kurgu oluşturuyor. 

Kitapta vurgulananları okumak ve sindirmek ise hiç mi hiç kolay değildi, yazarın akıcı üslubu ve mizahı cümlelere yedirmesi olmasa! Bir üçüncü sayfa haberine komşumuza olduğumuz kadar yakın oluşumuzu ve televizyonun bir eğitim aracı olarak nasıl hayatımızda var olduğunu açıkça gösteriyor bize. Hem çok etkilenip hem çok üzüldüğüm ama ne yazık ki güldüğüm de bir kitap oldu... İronilerden ironi beğendiğim, kanıksadığım durumlara dönüp yeniden baktığım ve karşılaştıklarımdan hoşnut olmadığım durumların bir ardiyede yıllarca bekleyen eşyalar gibi bir kitabın sayfalarında beni beklediğini hissettim.

Ancak yine de bir toplumsal eleştiriyi eğlenerek okumak isteyen tüm okurların yolunun kesişmesi gereken bir kitap olduğuna inanıyorum efendim. İyi okumalar!

NOT 2: Pek tabii ben de Leyla karakterinin Nihal Yalçın tarafından tek kişilik bir tiyatro oyununda hayat bulmuş halini merak ediyor ve gelecek sezon izlemeyi umuyorum...

*Gaddarın suçu zulmettiğinde araması yüzsüzlük mü kendini bilmezlik mi kolay kolay anlaşılmıyor.

*"Tek zulüm gören sen misin? Bazılarının duvarları kalın sadece. Seslerini duymuyorsun."