22 Ağustos 2018 Çarşamba

Beton Bahçe/ Ian McEwan


 Beton Bahçe/ Ian McEwan 
 Çeviren: Figen Bingül 
 Sel Yayınları/ 129 sayfa






Bu kitap hakkında, belki de ondan önce, ilk olarak Ian McEwan ile ilgili söyleyeceklerim var. İlk defa Çocuk Yasası isimle kitabıyla adını duysam da yazarın, Bir Ölüm Bağışlamak kitabını bana hediye eden arkadaşım (bundan iki yazı öncesinde bahsettim) aracılığıyla ilk olarak Beton Bahçe'yi okumaya karar verdim. Fakat bilirsiniz ki hayat sürprizlerle dolu... Bahar dönemindeki derslerimizden birinde, hocamız derste okuyacağımız öyküler arasına Ian McEwan'dan da bir öykü eklemiş. Nereden bilebilirdim ki o öyküyü bu kadar seveceğimi...

Ne bundan dört sene önce yayımlanan bir kitabı ne de ilk romanı; bunlardan önce yayımlanmış First Love Last Rites isimli öykü kitabındandı yazardan okuduğum ilk şey.  "Butterflies" isimli okuduğum ilk öyküsü, insanı şaşkınlığa uğratan ve rahatsız eden bir gidişatı olmasından ötürüdür ki ilk öykü kitabından üç yıl sonra yayımlanan ilk romanından da beklentim yüksekti. Ne yazık ki McEwan'dan okuduğum ilk öykü kadar etkilendiğim bir roman bulamadım karşımda. 

Öncelikle kitabın arka kapağında yer alan yazının ve romanın ilk cümlesinin beklentimi hayli artırdığını söylemem gerek.  Diğer yandan kitabın konusuna gelirsek, annesini ve babasını kaybettikten sonra geride kalan dört kardeşin yaşadıkları diyebiliriz kısaca. McEwan'ın İngilizce okurken olduğu gibi Türkçe okurken de akıcılığından ve basit anlatımından bir şey kaybetmemesi beni en çok sevindiren tarafıydı. Yalan yok, kendini insanı boğmadan okutuyordu. 

Bu kardeşlerin yaşamı, bir başka dört kardeşin anne ve babasını kaybettikten sonra  yaşayabileceklerinden kesinlikle farklı. Bununla ilgili ilk söyleyebileceğim yaşadıkları çevrenin terk edilmiş bir alan olması. Bir tarafında gökdelenler yükselirken diğer tarafında yıkılmış ve terk edilmiş evlerin bıraktığı boşluklar var. Bu sebeple çığlık atsalar, karşı evin odalarını görebilen şehrin çirkin yapılarına kıyasla, sesleri duyulmaz. Bunun verdiği birçok rahatlık vardı bence olay örgüsünün kurulmasında. Yazar, kardeşleri alabildiğine serbest bırakıyordu bu seçimiyle. Kitabı öneren arkadaşımın, kitapla beraber önerdiği makale romanın psikanalitik bir okumasını yapıyordu; bu makaleyi okurken evlerinin çevresindeki boşluğun yalnızca fiziksel değil zihinsel bir alan açtığını da fark ettim karakterlere. Her ne kadar okurken psikanalize yönelik bu ögelerin üzerinden atlayıp geçsem de incelemeye de konu olduğu gibi romanda fazlaca yer kapladığı doğru. Bu bakış açısıyla okuyunca neredeyse her cümlenin altından Freud kendini gösteriyor okura.

Toplum bize pek çok "rol" yüklüyor fakat rollerin en yoğununu gerçekleştirmesi beklenen anne ve baba gibi iki otorite figürü ortadan kalktığında, öncesinde abi-abla-evin en küçüğü gibi rolleri taşıyan karakterler bir anda boşluğa düşüyorlar. Bu onların rollerini, kaybettikleri otoritenin rolleriyle değiştirmelerine sebep oluyor. Olayların öncesinden ileri gelen aksak büyüme süreçleri de bu konuda onlara yardımcı olmaktan öte bir başka yola girmelerine neden oluyor. Bu noktada her zaman akrabalardan ve arkadaşlardan izole bir yaşam sürmüş kardeşlerin yaşamı, dışarıdan gelen bir başka insanın müdahalesiyle evriliyor. Böyle bakınca insanı irkiltecek, yer yer tiksindirecek manzaralar yer alıyor kitapta. Fakat bunun, zaten böyle olacağını (bana) birçok defa hissettiren yazar; okuru gelecek olan olaylardan da haberdar etmiş oluyor. Hal benim açımdan böyle olunca, Butterflies öyküsünden çok daha az etkilendiğim bir metin buldum karşımda. Son cümleyi özellikle çok beğensem, bütünlüklü bir roman olduğunu düşünsem de ne yazık ki bayılarak okumadım kitabı. 

Kitabı ayıla bayıla okumamam büyük ölçüde benimle alakalı fakat eğer yorumumun sonunda fikriniz kitaba şans vermekten yanaysa, benim gibi beklentinizi yükseltmemeniz ilk önerim olacaktır. Bunun yanı sıra anlatıcıya güvenmemeniz ve aslında yaşadığımız hayatlarımızda her birimizin diğerimizden daha güvenilir olmadığını da hatırlayarak okumanız insanın zihnini anlamak adına yerinde olacaktır. Keyifli günler, mutlu okumalar. :')

*Onun bağımsız varlığının açık gerçekliği beni çarpmıştı. Ben okuldayken bile devam ediyordu. Yaptığı şey bunlardı. Herkes devam ediyordu. O zaman bu kavrayış unutulmaz ama acısızdı. Şimdiyse masadan yumurta kabuklarını çöp kutusuna almak için öne eğilmesini seyrederken aynı farkına varış, bana dayanılmaz bir şekilde hem hüzün hem de tehdit duygusu verdi. Ben her ne kadar onu icat etmeye ve yokmuş gibi davranmaya devam etsem de o benim özel bir icadım değildi, ne de kız kardeşlerimin. 

*Yaptığımız sıradan bir şey miydi, bir hata bile olsa anlaşılabilir bir şey miydi, ya da eğer ortaya çıkarsa ülkedeki her gazeteye manşet olacak kadar tuhaf bir şey miydi düşünemiyordum. Veya bunların hiçbiri; yerel gazetenizin alt satırlarında okuyabileceğiniz ve bir daha hiç düşünmeyeceğiniz bir şey miydi?

16 Ağustos 2018 Perşembe

Esir Sözler Kuyusu/ Sema Kaygusuz


Esir Sözler Kuyusu/ Sema Kaygusuz
 Metis Yayınları/ 93 sayfa






Çok uzun zamandır okumak istediğim bir yazarın okuduğum ilk kitabıyla, kitabı bitireli bir hafta olmuşken geç yazılan bir yazı ile buradayım yeniden. Sema Kaygusuz'un yayımlanmış ilk kitabı olmasa da kronolojik olarak bakıldığında yazdığı ilk öyküler bu kitapta yer alıyor. İlk dedim ise ilk gençliğinde yazdığı öykülerin içinden seçilenler desem daha doğru olur... Bu kitap sizi vuracak bir "İlk Söz" yazısıyla başlıyor. En azından beni vurdu... İlk Söz'ün içeriğinde; Kaygusuz'un hayatında yazarlığın yerine, kendine yönelttiği eleştirilere yaşadığı on yılların etkisini katan bir bakış açısına, yayın sektörüne yönelttiği eleştirilere ve son olarak bir duasına/dileğine şahit olabiliyorsunuz. Dördüncü kitabını yazdığı ilk öyküleriyle donatmasını ise şöyle açıklıyor: "Gerçek şu ki, bundan sonra yazacaklarıma kaynak oluşturan bu öykülere sırtımı dönmektense, onları sırtlanmayı yeğledim. Ama asıl önemlisi, on sekiz yaşında bir kıza kendimi bağışlatmamdı."

Öykü türü hakkında kelam etmek, bence, bir hayli zor. Birçok öykü kitabında olduğu gibi bu kitapta da kimi öyküler, hakkında tez yazacak kadar derinlikli olurken, kimileri bir defa okumakla miladını dolduracak, bazıları ise anlaşılmayarak zihinde yanındaki soru işaretiyle birlikte yer edecek. Ama bana sorarsanız bu on üç öykünün on üçü de, kendini hayatınızın kimi noktalarında hatırlatmaya müsait. Bu yüzdendir ki bitireli bir hafta olmasına rağmen bazı günlük konuşmaların yaptığı çağrışımla aklıma gelen bazı kısımları açıp yanımdaki kişiye okumuşumdur; gerek defterime not aldığım, gerek almadığım alıntıları. 

Mesela iki tane anlamadığım ve üzerine düşünmeye karar verdiğim öykü var. Bunlar: Soyunuk ve Yılanlar. "Yılanlar" isimli öykü kelime kelime üzerine düşünülse yerinde olacak bir metin bence. İki sayfacık olsa dahi tamamını çözemediğim bir dolu anlam saklı sanki içinde. "Soyunuk" öyküsü ise büyük harf kullanılmadığı, noktalama işaretleri öyküde bulunmadığı için; nerede bir cümle bitmiş de diğeri başlamış bilinemediği için sizi oradan oraya savuruyor. Okurken okuyucunun işini kolaylaştıran tek şey paragraf geçişlerinin olması olsa gerek. Bunun haricinde kelimelerin yan yana gelip farklı cümlelere dönüştüğü her seferinde, size başka bir okuma vadediyor esasında metin. 

Çok sevdiğim öyküler de oldu pek tabii, dört tane. Bunlar: Sessizlikler, Gölde, Bir Otobüs Şoförünü Sevmiştim ve Üşüyen. "Sessizlikler", bir insanın dürüstlüğünün en beden bulmuş hali olmalı. Çok güzel bir başlangıç sunan ve bu izlekte insan psikolojisinin itiraf edilmemiş bir tarafını yansıtan bir öykü olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan "Gölde", ikili ilişkilerin çapraşıklığına göz atan ve sizi de karakterleriyle beraber gölün ortasına götürme olasılığı çok yüksek bir metin. "Bir Otobüs Şoförünü Sevmiştim" öyküsü ise kendinden yapacağım bir alıntıyla şöyle tanımlanabilir: "Gördünüz mü? Gördünüz, gördünüz... ama işinize gelmiyor! Bulaşmak istemiyorsunuz kimseye!" Tanıdık geldi mi? Son olarak "Üşüyen" öyküsü, kitapta yer alan bütün öyküler içinde kitabı sonlandırmaya en uygun aday ve halihazırda sonlandıran öykü. İnsanı akışına alırken birden yumruklayan, bu sebepten okuduğunuz sırada size aynalık eden bir öykü. Keza bir kadınsanız bunun dışındaki birçok öykü de sizin için bu işlevi üstlenecektir.

Her öyküden söz edemesem de fikir edinmenizi sağlayacak kadar bahsettiğimi düşünüyorum. Bu sebeple bir yazarı tanımak için gayet uygun olduğunu düşündüğüm Esir Sözler Kuyusunu, bende ilk olarak okuyucusuna dürüst olduğu izlenimini bırakan bu yazarın sesine ortak olmak istediğinizde lütfen edinin. Her ne okuyorsanız iyi okumalar dilerim. :')

*Birkaç hafta önce istismar denilen bir tavırdan söz etmişti babam. İnsanın insana ettiği kötülüklerin en küçüğü, öte yandan en aşağılık olanıymış, istismar. O zaman, ne demek istediğini pek anlayamasam da, istismara açık zayıf yanlarımızdan yararlanarak, insandan insana çarparak mahvolduğumuzu, tarih öncesi bir cadının büyülü küresine baktığı gibi salonumuzda açılan kara boşluğa bakarken gördüm. Bir de kendi istismarımı...

*Ama ben biliyorum, birçok insanın kendilerine uygun olmayan biriyle belli belirsiz flört ettiğini. Tanıdık taksi şoförlerine; yalnızca üst yarısından tanınan, ayağa kalkınca yabancılaşan banka memurlarına; kuaförlere, market kasiyerlerine, dişçilere, yalnızca o an için, yalnızca orada, onlarının yanındayken inceden inceye yakınlık duyulduğunu; gündelik yaşamın tekrarından bizi bu uzak ve tehlikesiz yüzlerin kurtardığını biliyorum. 

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar


 Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar
  Adam Yayınları/ 85 sayfa
  Çeviren: Hür Yumer




Marguerite Yourcenar'ın kitaplarını ilk kez fark edip incelememi sağlayan kişi ile hakkında fikirlerimi beyan edeceğim bu kitabı hayatıma katan aynı insan. Buradan isim belirtemeyecek olmakla birlikte o bu yazıyı okursa üstüne alınacaktır pekala. Yeniden ve tekrar teşekkür ederim. :')

Neredeyse tüm Yourcenar kitaplarını son iki, iki buçuk sene içerisinde almış olsam da okumak için bu yazara bir tür hazırlık gerçekleştirmem gerektiğine inanıyordum. Sayısız defa elim gitti, kitaplarından herhangi birini, özellikle de Bir Ölüm Bağışlama'yı, okumak çok defa aklımdan geçti. Okumam; hiç de hazır olmadığım bir ana, kitap seçmeye çalışırken ne okusam diye seçenek sunup sorduğum birbirini tanımayan arkadaşlarımın benim yerime bu kitabı, okumam için seçmesine rast geldi her şey. 

Kitaba geçmem gerekirse diğer yandan, karşınızda okunması çok da kolay olmayan kısacık bir metin var. Neden mi kolay değil? Çünkü yazarımız bu metni kaleme aldığında yıl 1938 idi ve o yıllarda İspanya İç Savaşı'nda yaralanan ana karakterimiz trene bineceği istasyonun bekleme salonunda karşısındaki birkaç kişiye hikayesini anlatmaya başlar. Tamam da bunlar neden metni zorlaştırıyor diye soranınız olursa, birincisi metnin dili bir miktar eski ve geçtiği coğrafya gereği bize hem yakın hem de uzak meseleleri var ana karakterimiz Eric'in. Hikayeye dekor olan coğrafya, Baltık ülkelerinden birindeki Kratoviçe diye adlandırılan bir şato/arazi; içinde bulunulan koşular ise 1919-21 yılları arasında süren Bolşevikler ile Anti Bolşevikler arasındaki iç savaş. İkinci olarak edebiyat metinleri için sıkça konuşulan "güvenilmez anlatıcı" meselesi var, metni zorlaştıran. Eric tam da o insanlardan biri. Okuyucular okurken genellikle birinci tekil anlatıcıdan kuşku duymazlar fakat bu metinde işlenen konuların soyutluğundan ve öznelliğinden gerek; insan, kendine gerçekten böyle mi olmuştur diye soruyor. Üçüncü olarak ise geçmişte yaşanmış ve bitmiş olayları anı anına ya da kelimesi kelimesine anlatmak mümkün olmadığı için ve zihin karmaşık bir yapıya sahip olduğu için olanları olduğu sırayla vermekten kaçınıyor, çarpıtıyormuş gibi hissediyor insan. Bu da peşinden kopukluk hissini getirebiliyor (ben okurken getirdi en azından). 

Güvenilmez anlatıcımız savaştan söz ettiğinden daha da fazla aşktan ve dostluktan söz ediyor. Hikayemiz genel olarak Eric, Sophie ve Conrad adlı üç karakter arasında gelişmiş durumda zaten. Eric'in gözünden Conrad hayatı pahasına sıkı sıkı bağlı olduğu bir dostu/luğu ifade ederken, diğer yandan en yakın arkadaşının kız kardeşi olmasa belki de sevebilirdim dediği bir karakterimiz var ki, o da Sophie. Gerçekten sevmiyor mu Sophie'yi? Yoksa Sophie'nin aşkı da başka şeyleri örten bir süs mü? Kim bilebilir ki... Her okumada yeni anlamlar kazanabilecek bir metin var karşımızda. Fakat okumaya başlarken ve devam ederken emin olduğunuz son hiç değişmiyor. Eric güvenilmez bir anlatıcı olsa dahi, hikayenin sonunu değiştirmeye gücü yetmeyen biri aynı zamanda. Peki ya neden onca savaş yaşamış, onca ülkede bulunmuşken hayatının o önemsiz gözüken anına takılıp kalmış? Yoksa anlatırken kullandığı kelimeler yaşananlara hafifletici bir etki mi veriyor? Belki de Eric anlatısının son birkaç cümlesinde haklıdır... 

Bu garip tecrübe ve aklınızdaki sorularla zihninizde kendi hayatınız yanıp sönsün istiyorsanız muhakkak bir bakın diyeyim. Okumak içinizden gelmiyorsa zorlamayın elbet, illa doğru zamanda size göz kırpacaktır! 

SON YORUM: Eric senden şüphe ediyorum, Sophie seni anlıyorum, Conrad tanısam seninle anlaşırdık! 

*Hepsi de kendi içinde kesin olan birtakım kararlar ortasında yaşaya yaşaya, kendimi çözülmesi güç bir mesele gibi ele almaya vakit bulamamıştım. Ama toyluk, işlerin doğal akışına uyumsuzluk çağıdır dersek, sandığımdan daha toy, daha uyumsuz kalmıştım galiba. Çünkü Sophie'nin bu sade aşkı, beni afallatmış, hatta giderek irkiltmeye başlamıştı. İçinde bulunduğum koşullarda afallamak tehlike demekti; tehlikeyse, ürküp saldırıya geçmek... Sophie'den nefret etmeliydim. Bu yola sapmayarak kazandığım saygınlığı hiçbir zaman idrak edemedi. 

*Konuşmaları kelimesi kelimesine hatırladıklarını ileri sürenlerin hep yalancı ya da mitoman olduklarını düşünmüşümdür. Benim aklımda bir iki kelimeden, kurtların kemirdiği belgelere benzeyen boşluklarla dolu bir metinden başka bir şey kalmıyor.

*Mahkumun boynundaki ipin düğümünü sıkmakta kaderin üstüne yoktur derler; bildiğim kadarıyla, daha çok ipleri koparmakta ustadır o. Zamanla, istesek de istemesek de, kader, bizi bütün her şeyden kurtararak, işin içinden sıyırıp atar.