8 Temmuz 2018 Pazar

Fahrenheit 451/ Rad Bradbury


 Fahrenheit 451/ Rad Bradbury 
 İthaki Yayınları/ 238 sayfa 
 Çevirmen: Zerrin Kayalıoğlu 
                    Korkut Kayalıoğlu





2014 Aralık baskısı elimde bulunan bu kitabı okumak için hep geç kaldığımı hissediyordum. Okuma kararımı ise yaşadığım iki durum belirledi. İlki ders için okuduğumuz bir Rad Bradbury öyküsüydü. Okurken kısa bir öykü olmasına rağmen, betimlemelerin yoğunluğu ve benim ne yazık ki İngilizce o kadar kelime bilmemem alabileceğim keyfi azalttı. Bir noktada da okumayı bıraktım zaten. İkinci durum ise izlediğim bir filmdi. The Bookshop adındaki bu film, kitaplar üzerinden kurulabilecek bir dostluğun misaliydi. Dostluğu başlatan kitap ise Fahrenheit 451'di. Bu bağı görmezden gelemeyerek filmi izledikten bir sonraki gün hemen kitaba başladım. 

Bu kitapla ilgili söyleyebileceğim ilk şey: Çevirinin çok kötü olduğu. Çevirmenlerin doğrudan İngilizce'den çevirdiklerini düşünüyorum. Okurken bazı cümleleri kafamdan basit bir İngilizce karşılığa çevirebiliyordum. Fakat Rad Bradbury'i anadilinde okumayı deneyen biri olarak karşılıkların o kadar basit olamayacağını düşünüyorum. İlk fırsatta Fahrenheit 451'in İngilizce baskısını incelemeyi istiyorum, böylece çeviriye dair daha doğru bir kanıya ulaşabileceğim. Kitapla ilgili söyleyebileceğim ikinci şey ise düzeltme okumasının yapılmadığı. Birçok noktalama ve yazım yanlışı vardı metin üzerinde. İngilizce yazımda tercih edilen bir kullanımın Türkçe karşılığı "fl" harfi yerine "ş" harfi kullanımı değilse, metinde "raşarına" ya da "hedeşerine" gibi kullanımlar hiç mi hiç memnun etmedi beni. Nitekim İthaki Yayınları, Bilimkurgu Klasikleri Dizisi için kitabı yeni bir çeviriyle basmayı uygun görmüş yeniden. Çeviri hakkında net bir fikrim olmasa da Dost Körpe'nin elinden çıkan diğer çeviriye şans vermenizi tavsiye ederim. 

Rad Bradbury'nin 1993'te kitaba yazdığı önsözde "Ben Fahrenheit 451'i yazmadım, o beni yazdı," cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Guy Montag'ı zeki, farkındalık düzeyi yüksek bir karakter olarak görsem de zaman zaman tutarsız olduğunu da düşündürdü bana. Kimseye sormadan verdiği kararlar dizisi sonucu Faber'i bulduktan sonra kısa bir süre sonra bana bir şeyler söylenmeye devam etsin diye taraf değiştirmek istemiyorum gibisine bir şey söylüyor ve bu bende ama sen zaten kararlarını kendin vererek oraya gitmemiş miydin diye sorma isteği doğuruyor. Yaşadığı dünyaya karşı farkındalık düzeyi yüksek olsa da sanki kendi mevcudiyetine karşı kör. Bu açıdan kitap sadece içinde yaşadığı karanlık çağla değil, kendisiyle de ciddi bir çatışması olan bir karakteri çiziyor.

Bu karakter aşama aşama zirveye varacak bir macera dizisine atılıyor. Bir seviyeye geldiğinde sanki o maceraları kovalamıyor da o maceralar onu kovalar hale geliyor. 

Kendimce kitabı bölümlere göre kategorize ettiğimde, ilk bölüm yavaş yavaş ortaya çıkan bir olaylar dizisini ortaya seriyor. Clarisse ile karşılaşması, itfayeciler evini yakmaya gittiklerinde evini kendisi de evdeyken kitaplarıyla birlikte yakan kadın, yaşanan çağın en iyi vatandaşı rolüyle ödül kazanabilecek eşi Mildred ve evine ufak bir ziyarette bulunan Beaty... Hepsi bir resmin parçaları sanki... İkinci bölüm ise Montag'ı taraf seçmeye, seçim yapmaya zorlayan bölüm adeta. Faber bu bölümün yıldızı. Korkaklığı onu olduğu yerde yıllar yılı çürütmüş gibi ve onunla empati kurabilişim onu benim gönlümün de yıldızı kılıyor. Üçüncü bölüm ise katı ve durağan çoğunluk ile kitapların süslediği azınlık arasında net bir seçime götürüyor karakterimizi. Biz de karakterimiz oluyor ve onunla birlikte yepyeni karakterler ekliyoruz belleğimize. 

Kitabı, yorumu okumadan daha önce okuyan varsa, lütfen sadece onlar bu kısmı okusun. Cevabınızı bekliyorum... 
Granger, sizce Clarisse'in bahsedip durduğu amcası mıydı?

Ayrıca bir kısımda kokuları çok güzel bir şekilde burnuma ulaştırdı yazar, birkaç sayfa sonrasında doğa-insan çatışması ve ondan birkaç sayfa sonra ise savaş olgusu yerinde bir anlatımla bana ulaştı. Fakat zaman olgusuyla ilgili birçok soru işaretim olduğunu da ekleyebilirim. 

Ah! Fahrenheit 451'in en güzel karakterine geldi sıra, kitaplara. Bu karanlık çağ, insanların devlet eliyle kitaplardan kurtuldukları bir çağ değil; aksine insanların daha fazla çizgi roman talep ettiği, oturma odalarının duvarlarını renkli televizyon camlarıyla kapladığı bir çağ. Böyle bir durumda hangi otoritenin, kardeşlerim bu yanlış dediği görülmüş ki? Tersine bundan yararlanıp, eşitlikçi(!), mutlu(!) insanlar yaratmanın yolu olarak bunu kullanmış ve insanları da inandırmış bu inanca. İçi boş olan insanlar ile kendilerini kitaplara şömiz yapmış karakterlerin bulunuşu, kitaplara saygı duruşu olma özelliğini öyle güzel ortaya çıkarıyor ki... Geleceğe dair kötü kehanetleri bulunsa da çözümün yakılan, yıkılanlarda değil; yine tüm kötülüklerin kaynağı olan insanda olduğunu ve yeniden yapmanın da zamanının geleceğini öne sürüyor. Tekrar tekrar okuyunuz, okutunuz diyerek söyleyebileceğim birçok cümleyi rafa kaldırıyorum böylece.

* "Bir evi çivisiz ve ahşapsız inşaa edemezsin. Eğer bir evin yapılmasını istemiyorsan, ahşap ve çivileri sakla. Eğer politik bakımdan mutsuz bir adam istemiyorsan, kaygılandıracak bir soruda ona iki bakış açısı verme, birini ver. Daha da iyisi hiç verme."

* "Kitaplar bir tür depo gibidir ve biz onlarda unutacağımızdan korktuğumuz şeyleri saklarız. İçlerinde büyülü bir şey yoktur. Büyü, sadece o kitapların anlattıklarındadır, evrenin parçalarını birleştirip bize nasıl elbise gibi sunduklarındadır." 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder