20 Mayıs 2015 Çarşamba

Benden Selam Söyle Anadolu'ya/Dido Sotiriyu

               

       
                                      Benden Selam Söyle Anadolu'ya/Dido Sotiriyu 
                                          259 sayfa/Can Yayınları 
                                              Çevirmen: Attila Tokatlı


Okumaya Nasıl Karar Verdim?
     Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce sanıyorum ki bir edebiyat dersinde sıra arkadaşım ile edebiyat öğretmenimiz arasında sözü geçti. "Ne kadar güzel bir kitaptı sende varsa getirirsen tekrar okurum." şeklinde ilerleyen bir sohbetle ilerletti edebiyatçımız konuşmayı. Ben ilk defa duymuş ve sanırım her şeyden önce adının bende bıraktığı izlenimden etkilenmiştim. Arkadaşıma bende okuyayım mı derken bir şekilde öğretmenimize değil benim elime geçti kitap. Ben daha öncesinde başlamama rağmen devamını getirememiş maalesef ki yarım bırakmıştım. Bu günlerde de mezun olmamız yakın olduğu için okumaya karar verdim.


    Kitaba gelirsek konu açısından Balkan Savaşı sıralarından başlayıp Birinci Dünya Savaşını içine alan ardından da Kurtuluş Savaşı ve zorunlu göçleri mecbur kılan bir dönemde; Rum köylülerinin hayatını anlatıyor kitap. Bunlar çok tartışılan, çok çelişkiye düşülen herkesin bence böyle deyip farklı bir görüş ileri sürdüğü bir dönem aslında. Bu açıdan bilmediğimiz o kadar çok olay, yaşanmışlık ve bilinmeyen gerçek var ki kitabı okurken başımdan aşağı kaynar sular dökülmedi desem yalan olur.
  
    Kitabı okurken bir an durup bunu kim yazıyordu ya deyip kitabın içindeki karakterleri Türk, olayları da bizim başımıza gelmiş olaylar gibi algıladım. Kitap ilerledikçe de zaten çok da farklı değilmişiz ki dedim. Komşunun komşuyu dost bildiği, kardeş bildiği bir dönemden nasıl karşılıklı kin, nefret bürüyen ve kitaptaki ifadeyle "kardeşi kardeşe kırdıran" bir döneme  gelindiği irdeleniyor. 

    Savaş elbette yüzyıllardır yaşanan insanları yıpratan, çoğunlukla savaşta yer almayanı savaşmayı emreden yalnızca daha fazla para için yaşayan insanların kazandığı bir saha. Savaş her seferinde olduğu gibi bu seferde açlığı, susuzluğu, yoksulluğu, yurtsuzluğu, evsizliği, işkenceleri, savaşmayı, canını kaybetmemek için canını ortayı koymayı emrediyor. Çünkü en çok korku, ölüm, kin, nefret besleniyor savaşlardan. Çünkü dost yaşamış milletler kaybediyor birbirlerini yalnız, onlar zararlı çıkıyor. 

    Türkler olarak yaşadığımız sürece galeyana gelmeye hazır bir millet olacağız bence. Çünkü içimizde yer aldığı söylenen o savaşçı özellikler hep sömürülmeye hazır bekleyecek. Biri parayı vaat edecek, biri toprakları, biri o düşman baksana diyecek. Dürbünle baktığınızda karşınızdaki yer yakın gözükür ya o dürbün her seferinde elimize ters verilip bizim karşıyı ya küçük ya bulanık ya da kusurlu görülmemiz sağlanacak. Okuduğumda öylesine umutsuzluğa düştüm ki bir an olsun barışı düşünelim, doğruyu olduğu gibi görelim istedim. Bu değil ki hakkımızı savunmayalım. Gerekirse bize zarar verecek olana karşı bir olmayı bilelim ama asıl bizi yok etmek isteyenleri dost bilmeyelim. 

    Kitaptan sonra gözlerim dolmuş, beynim allak bullak olmuş durumdaydı ama bu kadar dolduğumu tahmin etmiyordum. Kısacası kitap güzel bir sorgulamaya, düşünmeye itiyor insanı.

NOT: Kitaptan sonra en çok düşündüğüm kısım "Ne kadar objektifti?" oldu. En çok etkilendiğim ise şimdi onlardan korkmuyorduk çünkü güç bizdeydi, onlar savaşırken bizi yakıp yıkmış zarar vermekten çekinmemişti şimdi bizde aynı güçteyiz ve ne kadar dost bilsek de bizde onları yaraladık, onlara hayvan derken şimdi aynılarını yaparak biz hayvan olduk benzeri çıkarımlarda bulunmasıydı. 
Kitaba elbette Yunanistan tarafından bakınca onları da haksız bulamıyorsun yaptıklarından dolayı ama ben aksine sadece savaşın varlığını haksız buldum. Kızdım en çok da, yüzyıllar boyu sürecek bir düşmanlığa teslim olduğumuz için.

Kitapta birçok güzel tespit olduğunu düşünüp not alırken ben yorulsam da işte birkaçı:

*Ben bunca sevdiğim bu şehrin, kapısını yoksullara ardına kadar açtığını sanmıştım. Sanmıştım ki, lütfuna ermek için, körebe oynar gibi gözlerini kapayıp ellerini uzatmak yeter...

*Böyledir yüreği insanoğlunun: Küçücük bir felakette duracak gibi olur ama sonuna kadar dayanır büyük felaketlere. 

*Ne biçim bir kuvvetti bu kuvvet ki, her vuruşumuzu sanki kendi kendimize indirdiğimiz bir darbe haline getiriyordu?

*Uyumak istiyordum; bir daha uyanmamak üzere uyumak... Ama böyle anlarda bile insanın en değerli hazinesi hayattır...

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Al Gözüm Seyreyle Salih/ Yaşar Kemal

         




           Al Gözüm Seyreyle Salih/ Yaşar Kemal
           Yapı Kredi Yayınları/398 sayfa








Okumaya Nasıl Karar Verdim?
Açıkçası benim yaz tatilinden beri isteğim Yaşar Kemal'in okuduğum ilk kitabının İnce Memed olmasıydı. Ancak yaz tatilinde bunu istesem de vaktim olmadığından gelecek yaza erteledim. Sene içinde ne yazık ki usta yazarı kaybettik. Bende daha fazla geciktirmemem gerektiğine karar verip kitapları içinden ne okusam diyordum ki Bahar Şenliği Listesi'nde de unutulmadığını görüp ayrıca sevindim. Okumaya böyle karar verdim ama bu kitapta beni en çok çeken bir martı üzerine kurulu bir hikaye olması oldu. İşin içine Karadeniz'de geçiyor olması da girince dayanamadım. Sonuç olarak tanışma kitabı seçimimi "Al Gözüm Seyreyle Salih"ten yana kullandım.

Kitaba gelirsek ben benim için uzun soluklu bir yolculuk olacağını bilmeden elime almışım. (Bunda sürekli olarak ders çalışmamın ve okul dershane telaşının da payı var elbette.) Bir ayı geçik zaman benimle şehir içi otobüs dolmuş yolculuklarına; dershane okul sıralarına şahit oldu. Bende aynı zamanda kendimi Karadeniz'de, deniz kenarında, türlü çiçekli ağaçlar altında ve daha nice güzel yerde buldum. En önemlisi eşsiz bir anlatımla tanıştım. 

Kitabı okurken en çokta şunun farkına vardım. Günlük okuma miktarımızda bence doyum sınırımız var. Okuduğumuz sayfa miktarı, kitabı okuyuş hızımız yazarın dilinin doyuruculuğuyla alakalı. Yaşar Kemal okuduğum en doyurucu yazarlardan biriydi. Günde beş sayfa okumamla bugünlük yeter dediğim oldu.

Kitabın içeriğine gelirsek: 11 yaşındaki Salih'in yaşadığı Karadeniz kasabasından hayata, ülkesine, doğaya, insanlara ve hatta ülkenin siyasal çalkantılarına bile bakışını yansıtan; bunları anlatırken de kanadı kırılmış bir martıya yardım çabasını ele alıyor roman. Küçük bir çocuğun dünyayı algılayışı, sorgulayışı, öğrenme çabası ve hayal gücü öylesine güzel bir dille anlatılıyor ki, her anlatılanla, kurulan düşle kendini bambaşka bir maceranın ortasında buluyorsun. Benim ben neredeyim, bu olaya, buraya nasıl geldim dediğim anlarım oldu. Neyse ki girilen olaylardan, anlatıdan gerçek duruma öyle güzel bağlanıyordu ki, keyif veriyordu okumak insana. 

Üstelik önce insan, önce insan olabilmek, insan kalabilmek; sevmek ve sevmeyi unutmamak üzerine aldığım önemli derslerde oldu. Yaşam sevincini satırlardaki tasvirlerde, kişilerin ruh hallerinin ustaca yansıtıldığı cümlelerde buldum. 

Yaşar Kemal'i henüz okumadıysanız bu kitap benim için doğru bir tercihti. Sizde okumadan önce fikir edinmek isterseniz yorumum umarım faydalı olur, okur, çevrenizdeki insanlarla paylaşırsınız. 

Beğendiğim satırlardan bir kaçı;

*Gözlerinin önüne cenneti serin, o cenneti onlara verin istemezler, sevmezlermiş de, ulaşamadıkları çölü, dikenli kıracı severlermiş.

*Belki de insanların hiç bilmedikleri, bilmeleri gereken, bilmeyince de onları insanlıktan çıkaran, sevgiyi, aşkı, kuşlardan öğreniyorlardı.

*...Hepsinin ne anlama geldiğini bilmiyordu ki, salt yüreğinde, bir koku, bir ses, bir renk, bir ışık gibi duyuyordu içinde, bir yerlerde.